Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: … … kadın.

Hz. Muhammed

Tiyatro sahnesinden tanıdığımız dramlar var, gerçek olmayan ama gerçekmiş gibi yapan, gerçek hayatı bir şekilde sahneye taşıyan dramlar, oyunlar yani. Dram kelimesi Eski Yunanca bir kelime, eylem/olay anlamına geliyor, dolayısıyla sahnelenen oyunlar Aristoteles‘e göre öncelikle kişileri değil, hayat içerisinde gerçekleşmesi mümkün olan olayları canlandırırlar. Haliyle, olayları kişilerden bağımsız düşünmek mümkün değil. Bu bağlamda Aristoteles’le birlikte iki tür dramdan söz edilir; trajedi ve komedi. Ona göre komedi gerçekte mümkün olandan daha kötü, trajedi ise daha iyi insanları taklit etmeye çalışır. Komedide figürler gülünç duruma düşerler, yenilirler, bütün olay neşeli ve komik bir hal alır ve bir şekilde mutlu bir sonla biter. Trajedide ise sıklıkla felaketler çöker, karalar bağlanır. Düzgün, erdemli, iyi niyetli ve herkes için en iyisini isteyen dürüst bir insan, kendi elinde olmadan, hiçbir suç ve hata işlemeden bir girdabın içine düşer ve çıkamaz oradan bir daha. Bu noktada trajediden beklenen izleyicide duygusal bir sarsıntı gerçekleştirmesidir; kendisini sahnedeki olayın içinde bulan, dolayısıyla kahramanın yerine koyan seyirci (mimesis), onunla birlikte acı ve ızdırap çekerek ruhsal bir temizlik yaşar (katharsis). Aristoteles, trajedinin söz konusu bu kathartik işlevi sebebiyle komedinin önünde olduğunu söyler.

Hector ve Achilleus arasında favorim her zaman Hector olmuştu, ne de olsa Türkiyeli. Ta ki Wolfgang Petersen, bir Alman, Brad Pitt‘i işin içine sokana kadar. Yunanlı oluverdim birden. Neyse ki uzun sürmedi, Allah’tan. Hikâyeyi biliyorsunuz, ya da bilmiyorsunuz, önemli değil, anlatayım kısaca. Bir düğün düşünün, Tanrı ve Tanrıçalarla dolu bir salon. Ve düğünün en neşeli anında bir deli kuyuya bir taş atıyor; Tanrıça Eris. Sinirli, çok sinirli; çünkü düğüne davet edilmeyen tek Tanrıça, bir kadın yani ve kuyuya attığı taş salonun orta yerine fırlattığı ve üzerinde en güzeli için yazılı bir altın elma. Tabii ki eğlence olsun için değil, maksat ortalığı velveleye vermek, milleti birbirine düşürmek, fitne fesat çıkartmak. Friedrich Hegel Isaac Newton’un yer çekimi öğretisinin olurluğunu oldurmaya çalıştığı elmayı, aynı öğretinin olmazlığı için bir işaret olarak kabul eder. Nitekim daha önce iki elma felaket getirmişti; Havva’nınki ve bu. Ve olan oluyor. Tanrıça da olsa kadın bunlar, ne beklenebilir ki. Üçü birden, Athene, Aphrodite ve Hera ben, ben diye saç baş yolmaya başlayınca Baba Tanrı Zeus işe el koymak zorunda kalıyor; o halde sen karar ver diyorlar hangimizin en güzeli olduğuna. Kim, ben mi? diyor Zeus, ‘Yoo hayır‘. Kim üç kadın arasında kalmak ister ki; Tanrı da olsa insan, öyle kolay kolay üstesinden gelinebilecek bir durum değil bu, tecrübeyle sabit. Kendisini ateşe atmıyor Zeus tabii ki, yapar mı; işi başka birine delege ediyor, sorumluluğu atıyor üzerinden yani ve Truva Kralı Priamos‘un küçük oğlu Paris‘i karar mercii olarak belirliyor. Ardından Hermes, Franz Kafka‘nın elçisini andırıcasına, yola koyuluyor ve Paris’i tuttuğu gibi alıp getirip huzura çıkarıyor.

Ne kadar da çok insana benziyor Tanrılar, ya da insan ne kadar da çok Tanrısına, İlahına benziyor. Rüşvet teklif ediyorlar Paris’e, her üç kadın da yani Tanrıçalar; adama düpedüz rüşvet teklif ediyorlar kendilerini seçmesi için. Ve rüşvet olarak teklif edilenler bugün neyse o gün de aynı şeyler; dünyada yeni bir şey yok. Bir erkek ne ister? İktidar (Hera), şöhret/makam (Athene) ve kadın (Aphrodite); Paris kadın’ı tercih ediyor, dolayısıyla en güzeli Aphrodite oluyor. Da asıl mesele burada başlıyor. Nitekim Aphrodite Paris’e dünyanın en güzel kadını olan Helena’yı teklif ediyor. Paris vakit kaybetmeden Yunanistan’a doğru yola koyuluyor hemen. İlk görüşte aşk bunlarınkisi. Aslında her şey Aphrodite’in halt etmesi. Sen elin karısını başka bir adama nasıl verirsin? Helena’nın bir kocası var zaten; Sparta Kralı Menelaos. Truva’ya kaçırıyor Helena’yı Paris, hem de çeyiziyle birlikte. Menelaos küplere biniyor tabii ki, kuduruyor adeta ve meseleyi abisine, Miken Kralı Agamemnon‘a açıyor. Bütün Yunanistan’dan büyükçe bir ordu toplanıyor, yara almaz Achilleus ve Ithaka Kralı Odysseus da dahil. Helena’yı geri getirmek için hazırlanan ordu Agamemnon komutasında yola çıkıyor.

Fakat gel gör ki gemiler Aulis limanından henüz daha yeni demir almışlardı ki, yelkenler boşalıyor; rüzgâr yok. Ne oldu ne bitti ne yapacağız ne edeceğiz derken söz dönüp dolaşıp müneccim Kalchas‘a geliyor. Kalchas Agamemnon’a Artemis‘in ondan razı olmadığını, dolayısıyla kendisinden intikam aldığını, ancak kızı Iphıgenie‘yi kurban etmesi durumunda bu lanetin ortadan kalkıp yelkenlerin yeniden rüzgarla dolacağını söylüyor ve trajedi başlıyor. Agamemnon çaresiz, ne yapsın; teslim oluyor Tanrısına, en az İbrahim kadar. Ve haber gönderiyor eve, karısına; hemen kızı al gel diyor, yarın akşam görücüler gelecek; cesur yürek Achilleus kızımızla evlenmek istiyor, yoksa diyor Achilleus diyor sizinle birlikte gelmem Truva’ya, savaşmam sizinle sırt sırta, omuz omuza; Agamemnon yalan söylüyor. Elçi yola koyuluyor, fakat Agamemnon huzursuz, göğsünde -bu noktada Euripides’e kulak verelim- bir tarafta evlat sevgisi, diğer tarafta ihtiras. Pişman olur gibi oluyor, oluyor da ve gizlice Klytaimnestra‘ya, yani karısına, ikinci bir elçiyle, sakın ha kızı alıp gelme, düğünü erteledik, daha sonra yapacağız diye yeni bir haber gönderiyor. Fakat çok geç; Menelaos meseleyi fark ediyor ve elçiyi daha henüz yola çıkmıştı ki, yakalıyor. İki kardeş birbirine giriyor; yok sen öylesin, böyle yaptın, yok sen böylesin, şöyle yaptın derken Agamemnon halka dönüyor ve tam kararlı bir şekilde kızını kurban etmekten vazgeçtiğini cümle aleme duyuracak, Klytaimnestra’yla kız, Iphigenie yani, çıkıp geliyorlar; iyi mi? Halk hareketleniyor, fevc fevc olay mahaline akıyor. Menelaos’un bile gözleri yaşarıyor bu manzara karşısında ve vazgeçiyor Helene’dan, vazgeçiyor karısından, kıyamıyor yeğenine; bırak, geri dönelim diyor abisine. Yok diyor Agamemnon, demek ki olacağı yokmuş, kader; Tanrılar kızımın kurtulmasını istemiyorlar, isteselerdi eğer, onu kurtarma çabalarımı boşa çıkartmazlardı. Ve bir öncekinden daha büyük bir teslimiyetle teslim oluyor Tanrıların kararına. Yatırıyor çocuğu yere, bağlıyor gözlerini, çıkarıyor hançerini, kaldırıyor elini ve indiriyor. İmtihanı kazanmıştır Agamemnon, Tanrısına teslimiyetini göstermiş, Tanrısı için yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığını kanıtlamıştır; sadece Tanrısına değil, cümle aleme. Artemis kulunun teslimiyetinden hoşnut, kimseye çaktırmadan Iphıgenie’yi alıp kaçırıyor ve yerine bir koç bırakıyor; Iphigenie’ye benzeyen. Agamemnon olup bitenin farkında değil tabii, gözleri yaşlı, kan ağlıyor yüreği evlat acısıyla. İbrahim daha şanslıydı; o biliyordu evladını kurban etmediğini, o biliyordu Rabbisinin son anda yetişerek evladını kurtardığını. Agamemnon bilmiyor; o o acıyla yaşamak zorunda. Happy end yok. Trajedi bu nitekim, komedi değil. Rüzgarlar esiyorlar yeniden, yelkenler doluyor, gemiler yola koyuluyor.

On yıl sürüyor savaş, tam on yıl ve her iki taraf da varlarının yoklarının tam da sınırına gelip dayanmışlarken, Odysseus çıkıyor sahneye. Bir at yapalım diyor, tahtadan bir at. İçi boş olsun ve içini askerlerle dolduralım. Sonra bu atı Tanrıların hediyesi diyerek ve bizim tarafımızdan bir zeytin dalı olarak Truva’nın kapısına dayayalım. Truvalılar bu hediyeyi kabul etsinler ve içeriye alsınlar. Gece olunca herkes uyurken atın içindeki askerlerimiz çıksın dışarıya, açsınlar kapıları ve bütün şehir yakılıp yıkılsın, kılıçtan geçirilsin ve artık bu savaş bitsin. Tam da öyle oluyor. Her ne kadar Laookon, quidquid id est, timeo Danaos et dona ferentes, ne olursa olsun, hediye getirseler dahi korkarım Yunanlılardan diyerek uyarsa da Truvalıları, kimseye dinletemiyor sözünü. Bütün şehir yerle bir ediliyor, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmıyor; bir kişi, sadece tek bir kişi hariç; Aphrodite’in oğlu Aeneas. Son ana kadar şehri teslim etmemeye kararlı ve kanının son damlasına kadar savaşmaya hazır bir halde mücadeleye devam eden Aeneas, meselenin çevrilmesinin artık mümkün olmadığını fark ettiği anda, elinde oğlu, sırtında babası şehri terk ediyor; kaçıyor yani. Önce Trakya’ya, ardından Delos’a. Apollon‘un tavsiyesi üzerine oradan Girit’e geçiyor. Yolculuğunun altıncı yılında Sicilya’ya varıyor nihayet. Babasını burada toprağa verdikten sonra tam İtalya’ya geçmek üzere yelkenleri açıyor ki, sert bir rüzgâr alıyor onu oradan Kartacya’ya atıyor. Tekrar geriye, Sicilya’ya dönüyor sonra. Oradan yer altına, göçüklerin mekanına iniyor ve Babasıyla karşılaşıyor. Babası kendisine kuracağı imparatorluğun ihtişamından söz ediyor. Artık emindir kendisinden Aeneas, geleceğinden. Sihirli bir ota tutunarak ölüler diyarından tekrar yeryüzüne, diriler diyarını çıkıyor ve Tiber nehrinin denize aktığı noktada daha sonra Roma olacak olan şehri kuruyor. Ve Aphrodite’le başlayan macera, Aphrodite’in oğlunun, Aeneas’ın zaferiyle tamamlanıyor, en azından bu tarafıyla. Trajedi içinde komedi. Traji-Komik bir komedi.

Bilanço: Achilleus Hector’u, Paris de Apollon’un yardımıyla Achileus’u öldürüyor. Birilerinden Paris’in de savaşta öldürüldüğünü, Helena’nın Menelaos’la birlikte Sparta’ya geri döndüğünü öğreniyoruz. En azından bu tarafıyla, öyleyse eğer, savaşın hedefine ulaştığını söyleyebiliriz o halde. Kral Agamemnon’un sonu iyi olmuyor fakat. Bir kadının en büyük silahı nedir? Kendisi. Evladını kaybetmiş bir kadın, babasını kaybetmiş bir adamla bir araya gelirse ne olur? Felaket. Evlat acısını, evladını öldüren adamı, evladını öldüren adamın babasını öldürdüğü adamla, Aigisthos, aldatarak dindirmeye çalışan bir kadın felakettir. Agamemnon muzaffer bir komutan olarak, şan, şöhret, şeref ve ganimetle ülkesine geri dönerken kendisi için hazırlanan sondan habersizdi. O gece ölüyor; kendisini şehrin kapısında sevgi gösterileriyle karşılayıp saraya alan, ardından onun için dinlensin ve kendisine gelsin diye hazırladığı banyoda üzerine ağ atıp hareket edemez hale getirdikten sonra sevgilisiyle birlikte hançer darbeleriyle canını alan karısının kucağında ölüyor.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN