İnsan, sözcük anlamı bakımında birden fazla anlam içermektedir. Fizikî olarak memelilerden, iki eli – ayağı bulunan, iki ayak üzerinde dik vaziyette dolaşan, akıl sahibi, yetenekli, dil ve sözle anlaşabilecek yapıdan zengin, gelişmiş canlı sayılan yaratıktır. Sıfat olarak huy ve ahlaksal davranış yönlerinden en üstün nitelikli kimse demektir. “İnsan” sözcüğü Arapça kökenlidir ve “üns” veya “nsy” kökünden gelmektedir. Üns kökünden geldiğini iddia edenler, insanın ‘ünsiyet’ gösteren yani ‘her durum ve koşula alışabilen‘ bir yapıya sahip olduğu için bu ismi aldığını ifade ederken, nsy kökünden geldiğini iddia edenlere göreyse insan ‘nisyan‘ ile maluldür; ‘unutan’ bir varlıktır ve ismin etimolojik kökü ‘unutmak (nsy)’ kelimesiyle ilişkilidir. Bazılarına göre ise insan hem unutan hem de alışan bir varlık olduğu için iki açıklama da aynı oranda doğrudur.
İnsan sözcüğü İngilizcede “Human”, Almancada “Mensch”, Yunancada “άνθρωπος (ánthropos), Kazakça, Kırgızca, Urduca, Özbekçe gibi dillerde ise “Adam” olarak karşılık bulmaktadır.
Günümüze değin İnsan hakkında milyonlarca araştırma yapılmış, eser kaleme alınmıştır. Ancak hâlâ “İnsan Nedir?” sorusuna tam bir yanıt verilebilmiş değildir. Tüm tarih için kimi zaman aşağılanmış, kimi zaman yüceltilmiş ama tam olarak ortası bulunamamıştır.
İnsan, yaratıcı Allah’ın en muhteşem ve görkemli eseri mi yoksa yaratılıştan bu yana cennet diyarından kovulmuş gözünü kırpmadan kendi özlüğünü şeytana satabilecek bir varlık mıdır? Düşünen ve akıllı bir canlı mı yoksa ezbere yaşamını sürdüren, bildiğinden ve inandığından şaşmayan sabit fikirli canlı mı?
Temelde yapılan araştırma ve gözlemler ışığında insan, konuşabilen ve düşünebilen bir varlık olarak kabul edilmiştir. Hayvanlar da düşünüyor ama onları insandan ayırt eden farkları nedir? Hayvanların düşünce sistemi içgüdüsel ve imgeseldir. İnsanlar ise kavramsal düşünebilen ve düşüncelerini dile getirebilen, bu düşüncelerini gerçekleştirebilen varlıklardır.
Dünyanın aslında baş belası niteliğindedir insan. Sorunludur, kendi türü dâhil tüm türlere, evrene, doğaya ve diğer canlılara çeşitli yollarla durmaksızın berdevam zarar veren ve her daim vermeye meyilli bir varlıktır. Ekolojik sisteme faydasından çok daha fazla zararı dokunmaktadır. İnsan, “tüm evrenin kendisi için yaratıldığı ve kendisinin de en üstün olduğu” inancı yaşamını sürdürmekte, diğer varlıkları, hayvanat, nebatat ve cisim alemini adeta hiçe saymaktadır.
Kendi öz menfaatleri uğruna birçok canlıyı, varlığı hiçe sayıp yok edebilen, evrendeki bütün canlılar arasında en zeki yaşam formu sergileyen canlı insandır. Aslında biz insanlar bu şekilde özümüzü tanımlamaktadır. Dünya dışında sonraki hayatın vasıflarından somut bir haberdar olmayışımız, sadece dünya içinde kendi niteliklerimizi sergilememize neden olmaktadır. Bu yüzden kendi başına buyruk kararlarla kendi üstünlüğünü kabullenmiş, tüm varlıklara da kabul ettirmiştir. Bu durum gerçek olsun veya olmasın şuan değiştirilemeyecek bir hal içinde görünmektedir.
Biz insanoğlu zeki ve kurnaz bir varlığız. Yaşamak için öldüren, öldürmek için yenilikler ortaya koyan vahşi birer yaratıklarız. Karmaşık ama bir o kadar da basit sistemli canlılarız. Tüm insanların iç dünyasında farklı birere cevherler, sevgi ve aşk bulunur. Kimi insan yaşantısıyla, kimisi isteyerek sevgiyi bastırıp nefrete dönüştürmenin bir yolunu bulur.
Tarih boyunca felsefî akımlar başta olmak üzere izimler, dünya görüşleri insan üzerine birçok sorunun yanıtını bulmaya çalışmış, gökçeyazın ve sanat alanında bu durumu ortaya koymaya çalışmıştır. Geçmiş çağlardan günümüz küreselleşme çağına değin insan üç farklı biçimde tarif edilmiştir. İkisi insan varlığını yalnızca bir yönden ele alırken, üçüncüsü tüm yönleriyle insanı ele almaktadır. Bir kısım aydın, insanı baş, göz, ağız, burun, kulak, el – kol – bacak, karaciğer – akciğer, mide vb. somut uzuv ve organlardan oluşmuş bir varlık olarak tasrif edip, kabul eder. Bir kısım aydın da insanı bütün organlarını görmezden gelip, maddi yönünü göz ardı ederek yalnızca ruhtan oluştuğunu iddia etmektedir. Bir kısım düşünür ise ayrıca insanı şu şekilde tarif etmiştir; “İnsan alet-cihaz kullanabilen hayvandır. Akıllı ve konuşan, gülen bir hayvandır. Hayvan olmak istemeyen tek canlı türüdür.” Aslında insan nasıl bir varlık olduğunu seçtiğinde veya karar verdiğinde inancını da seçmiş ve ortaya koymuş olmaktadır.
Üçüncü görüş olarak İslam dini, her alanda dengeyi esas alarak insanı şu şekilde tarif etmektedir; “Beden, ruh ve nefisten oluşan, düşünebilen, şuurlu, iman ve ilim ile irfan sahibi niteliği üstün bir varlıktır. Allah’ın yeryüzüne lütfettiği, üstün yapıcı niteliklere ve yeteneklere sahip ama organik ve biyolojik açıdan zayıf bir varlıktır.” Bu görüş ekseninde İslam dini, İnsanı yalnızca maddeden ibaret sayıp maddeye tapmayı veya yalnızca ruhtan ibaret varsayıp ruha tapanları reddetmektedir[1].
İnsan en nihaî olarak zübde-i âlemdir, yani Âlemin özüdür. Allah’ın aslında yeryüzündeki üstün halifesidir. Allah’ın sanatını ve kudreti eksenindeki buyruklarını sergileyen varlıktır.
İnsan Neden Yaratıldı?
Öncelikle bu denli muazzam bir varlığın tesadüfen veya bir evrimleşmeyle ortaya çıktığını yanılgısına düşmeden bu ve benzeri görüşleri bir tarafa bırakarak konuya bakmak gerektiği kanaatindeyim. Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere cinler dumanlı ateşten, insanlar ise balçık halindeki toprak-çamurdan yaratılmıştır. 12, 13 ve 14. Ayet-i Kerimelerde bahsedildiği şekliyle; “Biz insanı (Âdem’i) kuşkusuz çamurun özünden yarattık. Sonra Âdemin neslini sağlam bir yerde (rahim) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra ise kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline getirdik. Sonra ona başka bir yaratılık (ruh) bahşettik. Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir.” İfade edilmiştir.
*İnsanın evrimden geldiği yanılsamasında açıklama yapmaksızın tek bir soru sormak istiyorum. Neden sadece Afrika kıtasında fosil araştırılıyor? 300 bin yıl önceki fosillerle günümüz kemik yapısının aynı olduğunu belirtiyorlar. Aynı olması zaten gerekiyor. Çünkü o dönem insanı bugün de aynı atanın evladı. Yani bir başka canlıdan evrimle söz konusu değil. İnsan o dönem yoktu demek, o dönemden günümüze kaynak ulaşmadığı anlamına gelir, insanın var olmadığı değil. Nihayet biraz ucundan olsa da mantıklı bir şey söyleyen düşünür ortaya çıktı: Araştırmaya dâhil olmayan Londra’daki Doğal Tarih Müzesi’nden Prof. Chris Stringer da BBC’ye “Artık Afrika’nın insanlığın tek bir beşiği olduğu düşüncesinden vazgeçmemiz lazım” diye konuştu.
İnsan Niçin Yaratıldı?
Bu soruyu soran her kimse nitekim Kur’an-ı Kerim Zâriyât, 51/56 ayet-i kerimelerini duymuştur; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet-kulluk etsinler diye yarattım.” Bu hususta üzeride durulması gereken sözcük “İbadet” sözcüğüdür. İbadetten maksat nedir?
Öncelikle bu soruyu sormak insan vasfının üstün mertebesini göstermektedir. Zira güneş, ay ve yıldızlar yahut hayvan ve bitkiler bu soruyu kendilerine sormamaktadır yahut biz bu şekilde aksetmekteyiz. Bu sorunun yanıtı kuşkusuz yaratıcıda bulunuyor. Bir eser, bir makine bir ürün üretildiğinde bunun neden yapıldığını öğrenmek için kimse bu soru yöneltilir? Elbette ki üreticisi, mühendisi ve yapımcı sanatkârı bu soruya muhatap olur. O halde insanın niçin yaratıldığı sorusu da yaratıcıya yöneltilebilecek sorudur ve kaynağı elbette ki yaratıcıdır.
Nur Küllîyatı’nda “İbadet” sözcüğüne “Marifet” manası verilmektedir. Bu mana üzerinde ise çoğu tefsir âlimi ittifak etmiştir. Namaz, oruç, haca gitme vb. ibadetler ise bu marifetin sadece neticeleridir. Çünkü insan, nimetin şükür gerektirdiğini idrak ettiğinde akabinde şükürde bulunacak ve hamd vazifesini yerine getirecektir.
İnsanın niçin yaratılışında en kapsamlı kaynak Nur Külliyatı’dır. Açıklayıcı ve kapsamlı tarifler içermektedir. Binlerce detay ele alındığında, namaz kılmak, oruç tutmak ve haca gitmek gibi ayinler dışında ibadet, kulluk vazifesinin yerine getirilmesidir. Kulluk vazifesinden maksat ise;
- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.
- Muhabbeti yalnızca Allah’a vermek,
- Tüm yaratışının ve yaşamın şuurunda olmak ve bu hususta çalışmak,
- Kalp ile sırrı, ruhu, akıl ile hayal ve sair kuvvetlerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek, bu halde de her birinin kendisine mahsus ibadetiyle meşgul olmak.
- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce istifade etmek ve şükretmek,
- Kemale ermek,
- Ruhu günahlardan, bedeni zararlardan, nefsi tehlikelerden korumak,
- Allah’a teslim olmak ve ruhanî arz etmek.
Diğer uzayıp giden nice vasıflar, nice unsur ve eylemsi kurallar sıralanabilir. Aslında tüm bu unsurların tek bir kaidesi var. Bütün bu vasıflarla istenilen ve ibadetten maksadı içinde barındıran şey “Yaşamak”. Allah biz insanları marifetle yaşamamız için yarattı. Yaşamak, marifetle yaşamak ve bu marifet ekseninde yaşamı idame ettirmek.
En yalın örnekle, yaşamak için çalışmamızı istedi. Çalışırken marifetli olmayı ve bu marifette helal, kurallı, etin davranışlar içinde çalışmayı bize yeğledi.
Daha iyi yaşayabilmek için öğrenmemizi istedi. Öğrenme marifetiyle kaynaklar üretmeyi, paylaşmayı bize yeğledi. En nihaî gaye yaşamaktır. Allah bizi onun dilediği marifet halinde yaşayalım diye yarattı. Bu yüzden bizi üstün kıldı. Bizim yaşamamız, hayatta yaşamı idame ettirmemiz ibadet ve en kapsamlı ibadet halini arz etmektedir. Yaşarken aldığımız nefes, konuştuğumuz lisan, baktığımız cisim, düşündüğümüz fikir, hayaller ve daha nicesi bir bütün içinde hayatın birer parçaları. Biz sadece namaz kılmak ve oruç tutmak için yaratılmadık. Biz ibadet etmek yani yaşamak için yaratıldık. Yaşarken öğreniyor, keşfediyor, çalışıyor, mülk sahibi oluyor, mücadele ediyor, zorluklara katlanıyor ve her hali hissederek, aklederek yaşamaya gayret ediyoruz. Bu eksende gördüklerimize tefekkür, sahip olduklarımıza şükür ediyoruz. Şükrü namaz ile icra ediyoruz.
Allah, yaşamamızı istiyor ama marifetli bir yaşam sürmemizi istiyor. Çalışan, didinen, mücadele eden, öğrenen ve öğreten, biriktiren ve tasarruf eden, yaşamı ve soyu devam ettiren; tüm bunları düşünüp tefekkür eden ve bolca şükreden bir yaşam sürmemizi istiyor. İntihar etmeyi ve kişinin bir başkasına ve kendisine zarar vermesini de bu yüzden yasaklıyor. Kişiye ve yaşamına zarar veren her şeyi İslam dini bu nedenle yasak kılıyor; alkol, domuz eti, zina, eşcinsellik, pis şeyleri yemek, adam öldürmek vb.
Kâinat ve insan yalnızca dünyadan, dünya da sadece yeryüzünde gördüklerimizden ibaret değildir. Nice canlar, nice varlıklar, nice ulvi değerler vardır. Tümünü idrak etmemizi ve şükretmemizi Allah istiyor. Ama ne yazık ki günümüzde ulvi ve kültürel tüm değerler önemsizleşmiş, hayvan ve bitki dışı varlıklar bilinmez, tanınmaz ve kabul edilmez olmuştur. Hayvanlar sadece soyutsal kavram halini almış, hiçbir şekilde onlara artık saygı ve değer kalmamıştır. Kurban ibadetinde bile o mübarek canlılar sadece kırmızı et olarak görülmekte veya dağıtılan etlerle gösteriş mahiyeti kazanmış durumdadır. Oysa Kurban ibadeti bile kesilecek hayvanın mübarek olmasını, onun da rızasını alıp ona acı vermeden Allah’a kurban edilmesini öngörüyor. Sokaklarda bıçakla hayvanlara eziyet edilmesini değil, bir kısım zümrelerin canilik olarak adlandırmasına imkân vererek değil.
İnsan yaşadıkça mutlu ve mesut olur. Ruh da, nefis ve beden de yaşadıkça can bulup dinçlik kazanır. Spor ve sağlıklı beslenmek yaşamın bir parçası ve bedenin sıhhatidir. Güzel yemekler yemek, hoş kokular sürmek, nefsi arzuları marifet ekseninde yerine getirmek nefsin arzuları ve doyumu için önemlidir. Öğrenmek, paylaşmak, sevmek ve şükretmek ruhun gıdasıdır. Müzik ruhun gıdası derken de masum ve iç dünyaya yönelişe vesile oluşu ön plana çıkarılmak istenir.
Her beraber marifetle yaşamanız dileğiyle…
Mevlüt Baki TAPAN
[1] Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 182; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.